Salı, Aralık 14

Efes Pilsen Nedir?

Yazı epey uzun.Blogu açtığımdan beri,minik takımdan başlayıp genç takımına kadar 6 yıl boyunca kulüpte geçirdiğim zaman boyunca gördüklerimi paylaşmayı düşündüğüm bir yazı vardı sürekli kafamda.Tamamen tesadüfen,arkadaşlarla oynadığımız bir bilgi yarışması oyununa soru eklerken Final Four döneminde kimlerle oynadığını hatırlayamadığım bir anda araştırırken ekşisözlükte nickfallin nickli üyenin 30.07.2004 tarihinde girdiği entrye denk geldim.Paylaşma butonları zaten var ama bir an yazıyı paylaşırken hukuki bi sıkıntı olur mu diye kafama takılmadı değil.

Neyse uzun lafın kısası yazı biraz uzun ama bana şimdi 6 seneni verdin,sabah akşam idmanlar,maçlar,ceza idmanları,a takım oyuncularını izlemeler,şut idmanlarında pas vermeler,yaz başlarında 3000e yakın kişinin katılıp bazen 2 bazen hiç kimsenin seçilmediği seçmeler,Hidayet,Mehmet Okur,Marcus Brown,Mirsad Türkcan,İbrahim Kutluay vs vs gördün nasıldı deseler şu aşağıda gördüğünüz entry kadar net anlatamazdım.Eksiksiz,tamamıyla doğru ve her cümlesine birebir şahit olduğum olaylar.Kendisini tanımıyorum ama bu entrynin sahibi de kesin benim gibi emek verilen yıllar sonra kulüpten ayrılmış bir altyapı oyuncusu.Ayrıldıktan sonra çok şeyler vardı kafamda neden olarak,hala da var ama gün geçtikçe suçu kendimde arıyor ve bulmakta zorlanmıyorum.Haklı olduğuma emin olduğum bazı faktörler de yok değil ama o faktörler de hayatın birer gerçeği olmuş malesef.

Bence basketbolla hatta sporun herhangi bir dalıyla uğraşan,çocuğu yada bir yakını altyapıda oynayanlar yada oynasın diye her haftasonu peşinden koşturan ebeveynler yada sporu sadece izlemekle yetinen herkes ama herkes bu yazıyı okumalı ve bu düzenin nası işlediğini,bir A takım oyuncusu nasıl yetişiyor,tv de izledikleri o adamlar o noktalara gelmek için akranlarının tam aksine sosyal hayatları sıfır bi gençlik yaşayarak ne emekler veriyorlar ve eminim ki sadece basketbolla sınırlı olmayan bu sistem sonunda kaçı onca senenin ve emeğin karşılığını alabiliyor görmeli.


merter
dolayları, migrosun önünden geçen otobüs ayrılan yoldan sağa dönüyor, 200 metre kadar ötede solunuzda kulübün girişi var. kapıdaki güvenliği aşınca bahçeye, oradan da yeşilliklerin arasındaki kaldırımlardan spor salonunun, yatakhanelerin, ofislerin bulunduğu binaya varıyorsunuz.

ilk izleniminiz yanıltıcı,
efes pilsen hiç de görkemli gelmiyor size ilk bakışta, ihtişamı ancak sistemin dönen çarklarının içine sıkıştığınızda ortaya çıkıyor.

profesyonellik, belki de bu kurumu tanımlayabilecek en doğru kelime, neredeyse altyapının ilk basamağı olan küçük c’den a takımına kadar inanılmaz bir disiplin ve kararlılık hakim. aynı antrenör en alttan oyuncuları alıyor ve neredeyse genç takıma kadar teslim ediyor, küçük takımda oynayanlar bütün yaz boyunca yapacakları idman saatlerini ve içeriğini ilk günden biliyorlar. her yerde kurallar hakim, duşta kurallar salonda kurallar yemekhanede kurallar, genç takımın bile salona girmeden ayakkabılarının altı kontrol ediliyor, salonun parkelerini bir taşın çizmesi kesinlikle kabul edilemez bir olay, ancak a takımına yükseldiğinizde salonun ortasına sıçma hakkına sahip oluyorsunuz, o zaman ayakkabılarınızın altı kontrol edilmiyor ama çok daha ağır cezalar var.

yemekhaneler fabrikanın içinde. fabrikadaki işçilerin arasında yemek yiyorsunuz, bir nevi iyi çalışıp oyuncu olamazsanız hayatınızı nasıl idame ettireceğiniz doğrudan gösteriliyor, ağır bir arpa ve maya kokusu var fabrikayla iç içe olan tesislerde, ancak bir süre sonra kokuya da alışıyorsunuz. yatakhaneler çift idman yapıldığı günlerde oyuncuların iki idman arasında dinlenmeleri için yapılmış, her odada 4 ranza var, bu yatakhanelerde canınız istiyorsa ders çalışıyor istemiyorsa uyumaya çalışıyorsunuz.

tek çeşitlilik her yanını sarmış, sene başında kulübün anlaştığı sponsor ki genelde bu
reebok ya da adidas oluyor, size üzerinde isminiz yazılı poşetler içinde eşofman şort tişört ayakkabı gönderiyor, kulübün o sene anlaştığı marka dışında marka giyemiyorsunuz ve bu küçük takım için bile geçerli.

büyük takım olmanın, ülkenin en büyük takımı olmanın, hatta
avrupanın en büyük üç dört takımından biri olmanın etkileri idmanlarda görünüyor. temmuzun ilk günü açılan sezon mayısın sonunda kapanıyor, yazları fundamental ağırlıklı idmanlar yani dribbling, şut, pas, fast break açılımları, ikili üçlü oyunlar, fast break bitirişlerinin yanında kuvvet idmanları, genelde florya ya da belgrad korusunda istasyon, kros yapılıyor. bunlar olmazsa salonda line drill, ip atlama ve kısa mesafe koşularla nefes açılıyor. altyapı düzeyinde efes pilsende alan savunması yapmak yasak, kolaya kaçamıyorsunuz, herkes adamını durdurmak zorunda, bu yüzden defans çalışmalarına yazın ağırlık veriliyor, bire bir ikiye iki ve üçe üç oyunlar oynanıyor, perdeleme müdafası ve hücum, back door çalışılıyor, topsuz adam müdafası reboundçalışmalarına apayrı ehemmiyet veriliyor. ayakları hızlandırabilmek için özel driller hazırlanmış oluyor ve bunlar en katı şekilde yaptırılıyor.
yazın neredeyse günde beş ya da altı saat çalışıyorsunuz, ama asla
halter yapmıyorsunuz, genç takıma kadar boyun uzamasını engelleyecek bir unsur kabul edilen halter yaptırılmıyor, yaptırılacaksa da nadiren o da düşük ağırlıklarla yaptırılıyor.

kış mevsimi ise maçların başlamasına yakın takım idmanları başlıyor. takım idmanları dörde dört ve beş beş oyunlardan oluşuyor.
efes pilsen a takımından küçük takıma aynı setleri oynuyor, özellikle ncaa takımlarının oynadıkları setler özenle etüd edilip eklemeler yapılıyor, takım oyununa dayalı avrupa basketboluna uyarlanıyor. maçlara yakın istenen düzeye gelemeyen oyuncular yavaş yavaş eleniyor ve kadro on ik kişiye düşüyor. idmanlar kıran kırana geçiyor, herkes biliyor ki takımdan kesilmek son derece kolay, her an yerinize birileri gelebilir, formayı taşımak hiç kolay değil ve üzerinizde korkunç bir baskı var. sürekli takıma yeni oyuncular geliyor, anadoludan rumeliden oyuncular, akıllılar, cahiller, uzun boylular, cüceler, mardinin herhangi bir ilçesinde doğmuş nüfus kağıdı geç alınmış “küçültmeler” 14 yaşında iki metre boya sahip hilkat garibeleri alınıyor, parası olmayana para, evi olmayana kozyatağında lojman veriliyor, umut verici bulunanlar her sabah servisle kulübe geliyor ve mesaiye başlıyorlar. yardımcı antrenörler sokakta yürüyemeyen zeka yaşı ayakkabı numarasına denk adamları alıyor ve salondaki on potadan birine götürüyor. adam sırtını potaya dönüyor, sol elle dribbling tek adım stop, yüklenme ve atış çalışıyor, forvetse, şut feyki üzerinden şut ya da turnike çalışıyor, efes pilsenoyuncusunun zayıf ele sahip olma lüksü yok, herkes zayıf elini güçlendirmek sağlaksa sola solaksa sağa dribbling yapabilmek, konduğu her mevkide oynayabilmek zorunda. bu yüzden bu adamlar için mesai sabah başlıyor ve akşam bitiyor, gelişme gösterenler kalıyor diğerleri elenip sefil hayatına dönüyor. bu doğal seleksiyon içinde sürekli kendinize yer açmaya çalışıyorsunuz. karşınızda daima kendi yaşının en iyisi 11 oyuncu bulunuyor, sizin de yaşınızın en iyi 12 oyuncusundan biri olmanız size gurur veriyor, ama sürekli ufak takımlardananadoludan oyuncu denenmesi rahat nefes almanızı engelliyor. rekabet asla bitmiyor, asla ben oldum diyemiyorsunuz, sürekli cesaretiniz kırılıyor, genç takımdan ayrılmak zorunda kalanlar örnek gösteriliyor, başka takımlarda nasıl süründükleri anlatılıyor, gerçekten de efes pilsen den ayrılmak oyuncu için hem psikolojik hem de fizik olarak çöküş oluyor. oyuncuları başarıya koşullama teknikleri de kayda değer, pota annenizin jenital organı, üç saniye (ki resmi dilde boyalı alan diye geçer) annenizin kıçı. buraya girenler annenizi sikmiş oluyor, takım sporlarında genelde bu şekilde motive ediliyorsunuz.

efes pilsen takımları bir sirki andırıyor, her yaşta 170 den 210 a kadr değişen boylarda adam oluyor, dışarıdan bakan asla kimin ne yapacağını kestiremiyor. 1.70 boyundaki adamın da 2.10’luk adamın da kendine has özellikleri var. 1.70 boyundaki adam bir metre sıçrayıp kendi potasından rakip potaya üç saniyede gidiyor ve apışıp kalıyorsunuz, başka biri yıldız takım düzeyinde 5 metre mesafeden %50 ile üçlük atıyor, bir başkası 1.90 boyuyla line drilleri birinci bitirebilecek kadar atletik ve çevik. böyle bir ortamda siz de bir özelliğiniz için seçiliyorsunuz haliyle ve daima o özelliğinizden faydalanılıyor. herkein yetenekleri özel dosyalar içinde istatistik dolabında bekliyor, aylık gelişiminiz kaydediliyor.

efes pilsen formasıyla maça çıkmak tam anlamıyla ayrıcalık, a takımlar düzeyinde formada ay yıldız bulundurabilecek takımlar sadece türkiyeyi avrupada temsil edenler, altyapıda ise sadece o yaş düzeyinde şampiyon olan takım ay yıldız takabiliyor. efes pilsenin dört alt yapı takımından en az ikisi her sene yıldız takıyor. maçlarda ikinci hatayı yapma hakkınız yok, kenarda en az sizin kadar oynamaya aç dört tane daha adam var ve takıma daima pozitif katkı yapmak zorundasınız, setlerde hata yapma lüksünüz yok, zaten bir yerden sonra her şey otomatik gelişiyor, seyirci sahadan siliniyor ve oradan oraya koşuşturuyorsunuz.
karşınızda daima sizi ne pahasına olursa olsun yenmeye çıkan ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan rakipler çıkıyor, ve genelde bu adamlar sizden büyük oluyor, çünkü
efes pilsen sürekli oyuncularını kendisinden büyüklerle mücadele ettiriyor ki oyuncular fiziksel mücadeleye alışsın. kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu takımlar her türlü çirkefliği yapıyor ve küçük takımlar düzeyinde henüz fiziksel olarak iyi şut atabilecek düzeye gelmemiş oyunculara alan savunması yapıyor, efes pilsene ise alan savunması yasak çünkü bu savunma tembelliğe alıştırıyor, ve bu formayı giyen oyuncular maçı daha iyi oldukları için kazanmalı rakip şut atamadığı için değil. sürekli kazanma zorunda olmak hatta iki puanlık her maçtan üç puan almak zorunda olmak sizi geriyor, iki puan rakipten bir puan da seyirciden,.çünkü türkiyede kimse daha fazla emek vereni, daha fazla para dökeni, daha iyi oyunculara sahip olanı, daha çok idman yapanı tutmuyor, gariban olanı tutuyor. türkiye de çoğu insan efes ve ülkerden nefret ediyor, hakemlerin bu takımları kayırdığını düşünüyor ve siz senenin 11 ay 15 günü idman yaparken rakiplerinizin oyuncularının kız arkadaşlarıyla gezdiğini hesaba katmıyor. herkes bol kepçeden sallıyor, fenerbahçe beşiktaş ve galatasaray futbol şubelerini efes ve ülker de basketbol şuberlerini kapatsa da herkes rahatlasa diye düşünüyorum bazen.
maçın son düdüğü çalıp kazandığınızda rakip takımı ve hakemi tebrik etmek göreviniz,
sergen yalçın misali taşaklarınızı sallaya sallaya odaya dönme, antrenör konuşurken başka şeyle ilgilenme lüksünüz yok, bunları yaptığınızın dakikasında kulüple ilişiğiniz kesiliyor.
maçı kazandığınızda ki %98 ini kazanıyorsunuz, bu gayet alışıldık bir şey haline geliyor, sezon boyunca kazandığınıza sevineceğiniz ancak dört ya da beş maç yapıyorsunuz.
efes pilsenin her takımı final oynamak zorunda, o gün kötü oynayıp kaybetmesi kabul edilebilir, ama oyuncu yetiştirip 6. olmak bile kabul edilemez, hem yukarı adam çıkarmak hem de en azından final oynamak zorundasınız. madalyonun öbür yüzü, eğer maçı kaybederseniz, rakip takımın sahanın ortasında fotoğraf çektirdiğini görüyorsunuz, hayatta bir bok olamayacak sizden bi iki yaş büyük adamlar kırk dakika alan savunması yaparak aldıkları galibiyeti doyasıya yaşıyor ve muhtemelen torunlarına da anlatıyorlar. siz ise kaybettiğiniz maçın ertesi günü sabah altıda kulüpte ceza+kondisyon idmanı yapıyor, bütün hafta büyük takım oyuncuları tarafından taciz ediliyorsunuz, kafanız yerden kalkmıyor, çünkü kaybetmek bu imkanlar için fazlasıyla lüks, yerinizde olmak isteyen çok fazla insan var formayı taşıyamayanın merterde işi yok. zaten her sene yeni isimler geliyor kulübe, bir sürü isim de gidiyor, orada kaldğınız her gün sizin için zafer oluyor, maçlar başlamadan ik hafta önce malzemeler dağıtılana kadar dayanabilirseniz, elinizde adidas ayakkabıları yatakhaneye çıkıp ağlıyorsunuz, o an başardığınız şey size çok büyük geliyor, kendiniz önemli ve seçilmiş hissediyorsunuz tam aksi her gün yüzünüze vurulduğu halde.
bazen a takımına bakıyorsunuz
ufuk sarıcanın sevgilisi çok güzel bol da parası var ben de bir gün a takımına çıkıp böyle muhteşem bir hayat yaşayabilecek miyim diye soruyorsunuz kendinize, tamer oyguçun naumovskinin ağzına bakıyorsunuz, tamerin soner arıcadan vefasızı sevmesi hoşunuza gidiyor, taner korucu sizi arabasıyla kadıköye bıraktığında eve kadar hoplaya zıplaya yürüyorsunuz. chris corchiani şut çalışırken pas vermek gurur vesilesi oluyor, okulda evde her yerde herkese bunu anlatıyorsunuz. conrad mcrae çalışırken kenarda izlemek sizi çıldırtyor, hareketlerinden birşeyler kapmaya çalışıyorsunuz. sonra o öldüğünde ufak tefek anılar geliyor aklınıza, “naber” diyip kafanızı sıvazlamasını hatırlıyor ağlıyorsunuz, bazı adamların kalbi çok büyük diyorsunuz, ama bazılarının da çok küçük. bir akşam servisle eve dönerken yarım yamalak türkçe konuşan birinin sesini duyuyorsunuz, arkadaşları ona 20’ye kadar saymasını öğretiyor, bu mirsad yahovic, bosnadan gelmiş,henüz yıldız takımda, onun iyi oyuncu olacağını biliyorsun, nba de oynayacağını tahmin ediyorsun, çünkü kulüpte herkes herkesin ne bok olduğunu ne bok olacağını biliyor. mirsad ileride türk oluyor ve nba de oynayan ilk “türk” oyuncusu ünvanını alıyor, mirsad türkcan’ın itici hırsıyla sen daha erken tanışıyorsun, altyapı oyuncularına genelde kötü davranan mirsad bir gün sen ona pas verirken duyduğu hasiktir lafını üzerine alınıyor ve suratına topu fırlatıveriyor, “bana mı dedin?” diyerek üzerine yürüyor, ancak bu tür şeylerin cezası büyük olduğundan olay büyümüyor, ama sen onun notunu veriyorsun, aynen ileride oyuncu olmuş ama adam olamamış ibrahim kutluaya, serdar apaydına vereceğin gibi. o sıralar hidayetle tanışıyorsun onunda neler yapabileceği ilk idmanından belli, nba da oynayacak bu adam diyorsun ve oynuyor da herkes görüyor bu tür şeyleri. daha sonra sen takımdan ayrıldığında okul takımı maçında seni görüyor ve hal hatır soruyor, mutlu oluyorsun, hidayetin adamlığına tam puan veriyorsun. çoğu genç takım oyuncusu selam bile vermeye tenezzül etmiyor çünkü. her yerde olduğu gibi takımda da hiyerarşi söz konusu. genç takımdakiler yıldız takımdakilere boka bakar gibi bakıyorlar. aynı şey yıldız takımdakiler için de geçerli onlar da küçük takımdakilere boka bakar gibi bakıyorlar. sen mesafeni korumaya çalışırken insanlardaki bugları da yavaş yavaş farketmeye başlıyorsun, senin adam yerine koyup konuştukların iki yüz verince şımarıyor üstüne çıkmaya başlıyor, kendisine kötü davrananlara köpek oluyor. bu dersten hareketle herkesten kaçmaya ve kendini izole ederek korumaya çalışıyorsun, insanlar sana hiç benzemiyor çünkü.

en sonunda bir gün sen de bu çarkın dışına çıktığında şunu görüyorsun:

-
efes pilsen hakem kıyağıyla kazanıyor
-
efes pilsen rakiplerini zayıflatmak için adam alıyor

şeklinde ağlayanlar aslında kaybettikleri için ağlamıyorlar.
ağladıkları için kaybediyorlar

queen in dediği gibi kaybedenler için zaman yok bu düzende, daima kendini sorgulayıp, hatayı kendinde aradığın zaman kulübün bir parçası oluyorsun, olamıyorsan efesli oyunculara hormon iğnesi yapıyorlar diye ağlayıp duruyorsun.

1 yorum:

alican dedi ki...

kardeşim haklısın sanki beni anlatmışsın aynı şeyleri bende yaşadım ve malesef çıkarıldım ama çoğu kişi bunu bilmiyor sadece tv izledikleri bir basketbol maçından ibaret zannediyorlar ....

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...